Geçtiğimiz yıl hayatımın en zor ve en mutlu yılıydı. Zaman zaman 300 kilometre hızla giden bir araba gibi, zaman zaman da, tam üç ay tekerlekli sandalyede geçti. Hayatımın hem en anlamlı, hem de en aptalca şeylerini 2015 yılının yürüyebildiğim kısmına sığdırmayı başardım.
Ailem yaptıklarımdan utanmakla gurur duymak arasında devamlı gidip geldi. 28 yaşına girdim. Aşık oldum, ingilizce şiirler yazmaya çalıştım. Yılın neredeyse yarısı evden uzakta geçti, Alaska’da, Kobani sınırında, Midyat’ta, Jakarta’da, Hasankeyf’te, Bali’de bir sörf kampında, Kuzey Kutup Dairesi üzerindeki bir kamyoncu dinlenme tesisinde, mülteci kampında bir çadırda… Belki de hiç farkında olmadan öleceğim kültürler hayatımın tam ortasına yerleşti 2015 yılında. Ruhumun mutasyona uğradığını söylersem, abartmış olmam.
31 Aralık 2014
Kobani çatışmalarına en yakın sınır noktasında yapılıyordu geçen yılın yeni yıl kutlamaları. Yakılan ateşlerin etrafında söylenen şarkılar, atılan sloganlar, sınırın öte yanından gelen patlama ve kalaşnikof seslerine karışıyordu. Kalabalıktan uzak bir köşede sessizce savaşı izleyenler vardı bir de. Ne zaman silah ya da patlama sesleri artsa, bir köşede başını kırmızı poşuyla bağlamış yaşlı bir adamın Kobani’ye doğru bakıp kederle sigara içtiğini farketmiştim.
Saatler gece 11'e doğru ilerlediğinde Suruç’a dönüp inşaat halindeki Külünçe Mülteci Kampına doğru yola çıktım. Yarı yolu otostopla, yarı yolu da Diyarbakır’dan diğer gönüllüleri getiren minibüsle gittim. 1000 çadır kapasiteli, büyük bir kamp inşa ediliyordu, yüzde onu tamamlanmıştı. O gece henüz mültecilerin yerleşmediği bir çadırda uyuduk. Paltomu, atkımı, annemin ördüğü beremi giyerek uyumama rağmen epey üşümüştüm. Üzerimizden geçen insansız hava araçlarının sınırın öte yanına bıraktığı bombaların gürültüsü ve sarsıntısıyla uyanıyordum zaman zaman. Soğuktan mıdır, ya da ruh halimden midir, bunları pek de düşünmüyordum o sırada. Bazı patlamalardan sonra etrafı kaplayan, kamera flaşına benzer beyaz ışığa bakıp, gayet sıradan bir olaymış gibi tekrar uykuya daldığımı hatırlıyorum.
1 Ocak 2015
Kampta çektiğim fotoğraflardan biri
Güneş doğmadan önce dışarı çıkıp etrafta yürümeye başladım. Kampta henüz su ve elektrik yoktu. Önce bebeklerin sesleri gelmeye başladı. Sonra çocukların ve kadınların fısıltılarını duymaya başladım. Çok geçmeden çocuklar çadırlarının fermuarlı kapılarını aralayıp bana gülümsemeye başladılar. Bir kadın kahvaltıya davet etti, el işaretiyle yemek ikram etmek istediğini anlatarak. Hava biraz daha aydınlanınca, çocuklar birbirlerinin ellerinden tutarak tuvaletlere gitmeye başladılar. Hiç abartısız, hepsi birbirinin ellerini tutuyordu. Yaşça büyük olan kardeşlerinin diğer elinde de bir su testisi olurdu, kampa henüz su bağlanmamıştı.
Gün biraz daha aydınlanınca, gönüllü arkadaşlarla beyaz peynir, zeytin ve yufka ile kahvaltı yaptık. Çay da vardı elbette. Urfadan getirdiğim ceviz & üzüm karışımını ikram ettim arkadaşlara, işe başlamadan güçlenmek adına :) Sonra dörderli gruplara ayrılıp, çadır demirlerini taşıyıp inşaa etmeye başladık. O günkü hedefimiz 50 çadır bitirmekti, her bir çadır 10 kişilik, eder 500 kişi. Bizim ekip çadırlarının demir iskeletlerini yerleştiriyor, ardımızdan gelen grup ise brandaları takıyordu. İnşaat bittiğinde 10.000 mülteci kalabilecekti burada. Öğleye doğru bir kamyon sınırın öte tarafına gidip sivilleri çadıra getiriyordu. Saatlerce emekle yapılan çadırlar, bir anda doluveriyordu.
Birkaç saat sonra eldivenlerimizi çıkarıp gölge bir köşeye çömeldik, su molası… Aylar sonra Gürcistan’dan Karadeniz’e, oradan Ege ve Akdeniz’e Türkiye’yi bisikletle dolaşacak olan takım arkadaşım, bisikletle İran’a gitmek istediğinden sözediyordu. Sevan Nişanyan’ın “Aslanlı Yol” kitabını okuduğumdan beri, benim de hayallerimden biri İran’da bisiklet turu yapmak.
Moladan sonra yaşadıklarımızı, bu yazıya yakışır bir olay olarak görmediğim için yazmamayı tercih ediyorum. Yaşananlar nedeniyle kamptan planladığımdan 3 gün erken ayrılmaya karar verdim.
O gece kampa yemek getiren kamyonetin arkasında Suruç’a dönüp, oradan da Urfa’ya geçtim. Ertesi sabah da ilk otobüsle Mardin yolundaydım.
3 Ocak 2015
Mardin sis altındaydı vardığımda. Sabah saatleri, 11 gibi. Sis altındaki pazarın fotoğrafını çekerek başladım yürüyüşe. Oldukça güzel bir kuşçu dükkanı gördüm sonra, hafiften yağmur da çiselemeye başlamıştı. Eski Mardin’i tepeden fotoğraflamak istediğim için, rasgele sokaklara girerek yukarıya doğru yürümeye başladım. Girdiğim ara sokaklardan biri tesadüfen 1385'te yapılan Zinciriye Medresesine çıkınca, bir önceki yıl epeyce fotoğrafını çektiğim için “vakit kaybetmeyeyim” ile “çabucak bir iki fotoğrafını çekeyim” hisleri arasında, medreseye de uğradım.
Bu arada medresenin kapısında fotoğraf çeken Nova’yı gördüm. Mavi şapkası, bol pantolonu ve kendine 2 beden büyük montuyla, uzun saçlı bir Japon erkeğine benziyordu uzaktan bakınca. Bu mevsimde Mardin’e gezmeye gelen birine ilk kez rastlamıştım. Kimdi bu, tıpkı benim gibi boynunu kırmızı poşuya dolamış Japon çocuğu?
“Is the door open?” diye lafa girdim. Sonra yürüyerek medresenin içindeki camiiye girdik, bir yandan müthiş motiflerin olduğu duvarların ve tavanın fotoğraflarını çekip, diğer yandan birbirimizin yolculuğundan bahsediyorduk.
Endonezya’dan tek başına yola çıkan bir kadın gezgindi Nova. Hindistan ve Nepal’den sonra Ürdün’den Suriye’ye girmeye çalışmış, gümrükten geri çevrilmişti. “Savaştan haberin yok mu?” diye sordum, “var, savaşı görmek istiyorum” diye yanıtladı. Suriye’den trenle Türkiye’ye geçildiğini duymuş, savaş zamanı aynı rotadan Türkiye’ye gelmek gibi akıldışı bir plan yapmış. Sınırdaki görevliler caydırınca, uçakla Türkiye’ye gelip, otostopla anadoluyu geze geze sonunda Mardin’e gelmiş. Savaşı merak ettiği için, Kobani sınırında çektiğim insansız hava aracının bombalama videosunu gösterdim. “Nasıl gidebilirim?” oraya dedi, geçen haziran 32 gencin yaşamını yitirdiği Amara Kültür Merkezi’nin adresini ve telefonunu yazdım verdiği not defterine, “Bu kültür merkezi gönüllülerin toplandığı adres”.
Nova’nın Mardin’den sonraki rotası, Hasankeyf, Van, Kars, Rize, Trabzon, Bolu ve tekrar İstanbul, oradan da Fas’a gidecek. Benim rotam da Hasankeyf, ardından Isparta, Antalya ve Oakland’a, eve dönüş. İkimiz de rotamızdaki bir sonraki kente gidebildik; Hasankeyf’e. Sonraki bütün planlarımızsa değişti.
Medreseden çıkıp dolmuşla Midyat’a gittik. Hasankeyf dolmuşunu beklerken çocuklardan biri Nova’ya “What is your name?” deyince, birbirimize bakıp gülmeye başladık. Tanıştıktan ve bir dakika susmadan devam eden muhabbetin ardından, saatlerdir birbirimizin adını sormayı akıl etmemiştik. Nova, Azer.
Hasankeyf’e vardık akşam üzeri. Koşa koşa tepedeki mağaranın damına tırmanıp, güneşin batışını izleyerek kahve içtik. Nova’ya yapmak istediğim video projesini anlattım. Aklına yatınca, ertesi günü tekrar gelip, Balindeyên li Heskîf videosunu çektik.
5 Ocak 2015
Bir sonraki gün planımız Midyat’ta gezmekti. Suruç Nova’nın rotasına ters düştüğünden Midyat’taki mülteci kampını ziyaret etmeye karar verdik. Bu kamp, askerin kapısında nöbet tuttuğu resmi kamplardan biri olmasından ötürü, kendimizi doktor olarak tanıtmayı planladık. Yürüyerek gittiğimizden mi, yoksa kılık kıyafetimizden ötürü mü bilmiyorum -boynumuzdaki kırmızı poşular asker için pek iyi bir işaret değildi herhalde-, inandırıcı bulunmadık ve kapıdan döndürüldük.
Ardından, yakınlardaki tarihi kilisenin kapısına dayandık. Muhteşem bir yapı, fakat kapısı kilitliydi. Ne kadar kilidi kırmaya, duvara tırmanmaya çalışsak da nafile. Ben kilidi kırmaya çalışırken Nova’nın “merhaba” diye içeriye seslenmesi, iyi bir ikili olduğumuzu düşündürmeye başladı. Bu kız farklı bir kimyadan geliyordu. Nihayetinde, ertesi sabah 4'te Mardin’de bir minarenin tepesine çıkma teklifime, kafasını poşuyla türban gibi sararak “böyle camiye girsem birşey olmaz herhalde” yanıtını vermesi, kendisi hakkındaki izlenimimi pekiştirmişti.
Mülteci kampının yanındaki kapısı kilitli kiliseden, Midyat’ın içindeki diğer tarihi kiliseye doğru yola çıktık. Hafiften yağmur yağıyordu. Sokaktaki elektrik direklerine bağlı, ön tarafında yük taşımak için kasa olan bir bisiklet dikkatimizi çekti. Kilidini açtırmak için hemen yanıbaşındaki evin zilini çaldık, hiç Türkçe bilmeyen bir teyze açtı kapıyı. İlk başta ne istediğimizi anlamadığı için çekinse de, sonradan güleryüzle kabul etti bisikletini ödünç vermeyi. İçeriden büyük bir anahtarlık getirip, 20–30 anahtardan bütün olası anahtarları denemeye başladık. Anahtarlardan hiçbiri uyumlu çıkmadı. Birbirimizle anlaşmaya çalışırken, Nova, “anne” diyerek bisikletin sahibi teyzeye sarıldı. Hayatımda beni en çok etkileyen anlardan biriydi, bisikleti çoktan unutmuştum bile.
Bisikletin sahibi teyzeyle öğle yemeğinden sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştıktan sonra, önümüze çıkan ilk tarihi binaya kendimizi attık, yağmur ve rüzgar epey şiddetlendiği için. Girdiğimiz bina sanırım eskiden kiliseydi, şimdi ise konuk evi olarak geçiyor. Kulenin tepesindeki odacığa benzer yere girip, pencerenin yanına oturduk. Ben kameramdaki fotoğrafları kontrol ederken, Nova günlüğünü yazmaya başladı. Arkaplanda da müzik…
İlk kez orada öpüştük. Elini tuttuğum an, hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Yağmur rüzgar demeden dışarı attık kendimizi.
Eski Midyat’ta, saat kulesinin ardındaki sokakta kurulan sebze pazarından geçtiğimiz sırada evlenme teklif ettim. Çok şükür o da benim gibi bir deli olduğu için, hemen evet dedi.
Bütün planları değiştirdik. Haberi ilk benim aileme haber vermemiz gerekti, doğal olarak kararımız epeyce tepkiyle karşılandı. Yılbaşında ailesinin yanına gelmek yerine bilmemnerelerde gezen hayırsız evlat, üzerine bir de Mardin’de tanıştığı ne idüğü belirsiz biriyle evlenmeye karar vermişti.
11 Ocak 2015
Evde epeyce tepkiyle karşılaştıktan sonra, üçtelli bağlama ustası Ali Ulutaş’a Xantos antik tiyatrosunda bir klip çekmek için yola çıktık Nova ile. Son birkaç günü İstanbul’da geçirdikten sonra, Nova evlilik hazırlıkları için ülkesi Endonezya’ya döndü. Bense pasaportum hala işlenmediği için Türkiye’de zaman geçirmek zorundaydım, bu zamanı kardeşim Arda ile buluşup Kapadokya’dan Olimpos’a, oradan Şirince’ye yolculuk yaparak geçirdik.
Hep merak ettiğim Matematik köyüne gidip, kuleden bu fotoğrafı çektim
Şubat 2015
Şubat ayında Oakland’a geri dönüp işe başladım. Özgürlüğün tadını iyice alarak, kolay kolay bırakmamaya niyetli girmiştim yeni yıla. Masabaşında oturmak iyice zor gelmeye başlamıştı. “En azından gelecek için yatırım olur” düşüncesiyle yazılıma ek olarak fotoğraf ve video işlerine girmeye başladım küçük adımlarla. İlk kez profesyonel bir ekiple müzik videosu yapma şansı bulduktan iki gün sonra, Big Sur’da ayaklarım kırıldı.
Yalınayak yüksek bir kayalıktan aşağı düştüm. Ayak kemiklerim paramparça olmuştu. Şubat ayının ortasından mayıs ayına kadar ancak tekerlekli sandalyede hareket edebildim. Mart ayında ameliyat oldum, sağ ayağımdaki eklemlerden biri, kadavra ile değiştirildi.
Durumum içler acısıydı doğrusu. Hem duygusal, hem de fiziksel olarak hayatımın en zor dönemiydi. Destekle dahi ayakta duramıyordum. Kendi başıma çeşmeden su dahi dolduramıyordum ayaklarımı yere dokunduramadığım için. Evlilik kararından ötürü bana kızgın olan annem, halime acıyıp, hayatında ilk kez uçağa binerek Oakland’a geldi Nisan ayında.
Mayıs 2015
Halim itten beterdi, ama aklım Nova’daydı. Bu da doğal olarak işini gücünü bırakıp tek başına ABD’ye gelen annemi epey öfkelendiriyordu. Fikrimin değiştirilme ihtimaline karşı, uçak biletimi çoktan almıştım. Tekerlekli sandalyeden koltuk değneklerine geçtiğim gün, zaten aylardır uğramadığım işyerinden izin alıp Jakarta’ya gittim. Hayatında ilk kez yurtdışına çıkan annemi Oakland’da, Çin’li ev arkadaşımla başbaşa bırakacak kadar gözüm kararmıştı. Kimse onaylamasa da, bu evlilik ne pahasına olursa olsun gerçekleşecekti.
Yaklaşık 20 saatlik uçak yolculuğu sonunda, koltuk değnekleriyle Endonezya’ya vardım. İlk kez bir güney asya ülkesine gidiyordum. Endonezya, hiçbir fikrimin olmadığı bir ülke ve kültürdü. Gelmeden önce Google’dan resimlere dahi bakmamıştım. Egzotik tatil ülkesi umrumda dahi değildi.
Nova’nın ailesi, Endonezya genelinin aksine Hristiyan. Ve benim ailemin de müslüman olduğunu bildikleri için, evliliğe epeyce soğuk yaklaşıyorlardı. Dindar bir hristiyan olan annesiyle bir kafede oturup, diyalog ve çözüm önerileriyle din engelini aşmıştım. Sıra, Batak kabilesinin kültürüne katı bir şekilde bağlı olan babasına gelmişti. Bu kez karşımda annesi gibi güleryüzlü bir hemşire değil, diyaloğa açık olmayan emekli bir polis pilotu vardı. Üstelik de terörle mücadele polis pilotu, bingo. Çocuklarının Batak kabilesi dışından biriyle evlenmesine de kesinlikle karşıydı.
“Madem izin yok, biz de kendimiz evleniriz” restini çekerek birlikte Bali’ye gittik. Bir gümüş atölyesinden yüzükleri, bir sebze pazarındaki terziden de gelinlik aldık. Geri kalan zamanımızı çoğunlukla köylerde geçirdik. Uğradığımiz köylerden biri olan Jatiluwih’in öyküsünü RoadBeats’te okuyabilirsiniz.
Bali’de kendi aramızda nişan yapınca, o güne dek evliliğimize karşı olan baba tarafı ister istemez yumuşamış ve sonunda “barış sürecini” başlatmıştık. Ayağımın rehabilitasyonunu riske atarak yaptığım yolculuk son anda olumlu bir istikamete doğru evrilecekti.
Haziran 2015
Sol ayağımdaki kırıklar çoktan iyileşmiş, sağ ayağımla yere basabilmek için ise ameliyatımı yapan doktorun iznini bekliyordum. Doktor ziyaretinden sonra hemen eve gelip ayağımdaki koruyucu kaskı çıkardık annemle. Duvara tutunarak ayakta durdum önce. Ardından yavaşça bir adım, sonra bir tane daha. Elimi duvardan çekip, odanın ortasına doğru yürümeye çalıştım. Aylar sonra ilk kez yere basan, bütün kasları erimiş ayağım, var gücüyle adım atmaya çalışıyordu. Arkamı dönüp hayatımın en büyük zaferlerinden birini annemle gözgöze gelerek kutladım. Ben yürümeye çalışırken, ardımda gözyaşları içinde dua okuyordu.
Ağustos 2015
Haziran ayında birbiriyle tanışan aileler, hiç tahmin etmeyeceğim düzeyde kaynaşıp birbirlerini sevdiler. Dünyanın en bağlantısız iki kültüründen insanların birdenbire bu kadar yakınlaşması sanırım pek sıradan bir olay değildir. Ve nihayetinde, 8 Ağustos’ta, bir düğün yaptık. Hayatımdaki herşeyi kökünden değiştiren, en anlamlı ve güzel gündü.
Zaman zaman zor ama, yaşamaya değer, güzel bir yıldı 2015.
Her dakikasına şükür borçluyum.