Karşılaştığım onca tuhaf olayın hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eden insanların arasından süratle geçip gitmesi normal mi, yoksa Anadolu insanına has bir kabiliyet olabilir mi?
Dünya, absürdlüklerle dolu, tuhaf bir yer.
Çocukluğuma ait ilk hatıralarım, Mardin’in Yeşilli ilçesinde başlıyor. Annem Yeşilli’de, babam PKK’nın daha yoğun silahlı eylemler düzenlediği bir yer olan Mazıdağı’nda öğretmendi.
Ben ve Mardin’de doğan kardeşim ‘93 yılına dek orada büyüdük.
Yeşilli’deyken, Türkçeyle günlük konuşmama karıştırdığım bir miktar Arapça öğrendim. Ani bir aile kararıyla Kalkan’daki anaokuluna yerleştirildiğimde hem öğretmenler hem de diğer öğrenciler tarafından dışlanmamın nedeni sanırım konuşmam sırasında Arapça kelimeler kullanmam ve huzursuz, agresif bir yapımın olmasıydı. Bu nedenle öğretmenler genelde beni sınıfın geri kalanından ayırırdı. Bazen okuldaki boş bir odada tek başıma oturduğumu, dışarıyı göstermeyen renkli cama bakarak zaman geçirdiğimi hatırlıyorum.
Bunun dışında Kalkan’da geçirdiğim anaokulu döneminden aklımda kalan pek hatıra yok.
Daha öncesindense, Yeşilli (Mardin)’de geçen onlarca hatıra var hala gözümde canlanan.
Örneğin Bir kış mevsimi sonrası oturduğumuz evin kömürlüğünde ortaya çıkan bembeyaz tavşan kolonisi, babamın bir sabah evin içinde soba demiri ile fare kovalaması, Arap/Kürt arkadaşlarımın Cüneyt Arkın’ın adını yanlış telaffuz ederek filmlerde yaptığı hareketleri taklit etmesi, bir arkadaşımın beni evlerine namaz kılmaya götürmesi, asker lojmanlarında yaşayan bir arkadaşımın 9-10 yaşındaki ağabeyiyle babasının yatak odasına gizlediği otomatik silahları ve şarjörlerini oynaması, ve üstümüzden geçişini sıkça gördüğümüz F16'lar, babamın dilekçe vermek için Mardin valisinin makamına çıkması…
Babamın eve TV ve Atari alması, annem ile sinek avlayan kurbağa oyununu çok sevmeleri, ben ve kardeşimin onları izlerken gülmekten yerlere yatmamız... Babam hep ilginç zamanlamalarla aniden Atari ve bilgisayar almıştır.
Ve annemin gittiği misafirlikte gördüğüm küçük kara şimşek arabası, bir akşam babamın “Postahaneye gidiyorum” deyip dışarı çıkması, biraz ardından çıkan şiddetli çatışmalar sırasında elektriğin kesilmesi, annemin beni ve kardeşimi sakladığı sobanın ardından izlediğimiz, dışarıdaki zifiri karanlıkta uçuşan mermilerin yaydıkları ışıklar, annemin örgü kitapları, arkadaşlarıyla yaptığı bazı dikiş nakış sohbetleri, zengin bir ailenin evine gittiğimizde görüp oynama sırası gelir mi diye epey beklediğim langırt oyuncağı, Diyarbakır’a giderken yolda gördüğümüz, yol kenarına dizilmiş kanlı kıyafetler, ne olup bittiğini anlamadan Diyarbakır Devlet Hastanesinde ameliyata alınmam, ameliyattan sonra hastanede yatarken, Erzincan Depremiyle sallanmamız ve o sıra bir hemşirenin bana doğru koşması…
Daha onlarca hatıra. Çocukluğumdan hatırladığım kayda değer görüntülerin çoğu Mardin’de geçirdiğimiz dönemdendi.
Ben Kalkan’da anaokulundayken, ailem 6 yıllık doğu hizmetinin ardından Isparta’nın bir köyüne tayin oldu.
Babamın beni atandıkları köye en yakın ilçe merkezinde bir anaokuluna götürüp, tahta oyuncaklarla dolu dolabını kendi elleriyle göstermesi, bana ait olmayan oyuncaklara hep tereddütle yaklaşan çekingen ellerimin turkuaz renkli tahta oyuncaklara dokunuşu, hayatımın en güzel anlarından biriydi. O an Mardin’de misafirlikte gördüğüm kara şimşek arabası bile aklımdan çıkmıştı. Artık Marangozdan tahta oyuncaklar alıyordu annemler.
7 yaşında okumayı söktüğümde, -babamın çabucak bitirmemden ötürü mutlu olduğuna da şahit olduğum- Cubao adlı Çin’li bir yazarın hikayesini anlattığı “Okumak İstiyorum” adlı çocuk kitabını birkaç kez okumuştum.
Yeşilli’de ölüm korkusuyla, bu çocuk kitabı sayesinde de yoksulluk ve eşitsizlik ile tanıştım. Okuldaki zengin esnaf çocuklarıyla, memur işçi çocuklarının ayrı sınıflara yerleştirilmesi, işçi/memur çocuklarının , özellikle de benim gibi biraz huzursuz ruh hali olanlarının sistematik öğretmen şiddetine maruz kalması… Cubao, 7 yaşında yaşadıklarımı bana anlatan bir çocuk kılavuzu yazmıştı sanki.
Bu arada annem ve babam, Isparta’nın Bağlarbaşı köyünün okulunda öğretmenlik yapıyordu. Köy okulunun lojmanları rahatlık bakımından fena olmadığından oraya taşınmaya karar verdiler. Taşındığımız ilk gün meydanda toplanan çocuklarla top oynamıştım. Berbat bir futbol oynanıyordu köyde. Bizimkiler lojmanın önündeki boş toprağı ekmeye başlayıp güzel bir bahçe yaptılar. Bir kangal, bir de alman puanteri köpeği de katılmıştı bize.
Lojmanın önündeki boş araziyi bahçeye çevirince, köy yaşantısına kolayca adapte olmuştuk. Domates serasından ayçiçeğine kadar herşey vardı bahçede, annem okuldan arta kalan zamanının tamamını orada geçiriyordu.
Babam ise lojmanın boş bir dairesinde peynir mandırası kurma girişiminde bulundu. Tuz oranına hiç alışamadığım peynirler ürettiler annemle, hatta bu peynirleri güzelce teneke kasalara koyup satmaya da başladılar.
Benim genel olarak meşguliyetim ise, iyi bir sapan yapmaya çalışmak, BMX bisikletimle gezmek, sahibi ortalıkta olmayan bahçelere girip, erikten haşhaşa kadar, yenilebilecek ne varsa, tadına bakmaktı.
Özellikle de annemin öğrencileriyle yaşıt olduğumuz için aram iyiydi. Genelde beraber top oynardık. Bazen aynı sınıfta derslere girerdik.
Hafızama kazınan ve sıkça hatırladığım arkadaşlarımdan biri Ahmet Ali’ydi.
Ahmet Ali, çok hızlı koşmasıyla bilinen bir arkadaştı. Ellerini palet yapar, ayaklarını geniş geniş açarak, gerçek bir atlet gibi koşardı.
Sakin bir sabah lojmanın etrafında dolaşırken, ilk kez Ahmet Ali’yi gerçekten koşarken gördüm. O güne dek hiçbir çocuğu o kadar hızlı ve güçlü koşarken görmemiştim.
Önce beyaz bir Toros göründü evin önünde. Ardında da, çıplak ayaklarından gelen sesleri 20–30 metreden duyabildiğim, ağlayarak ve arabanın içindeki annesine bağırarak var gücüyle koşan Ahmet Ali göründü. Araba süratle gitmesine rağmen, Ahmet Ali pes etmeden, hemen sol yanında koşuyordu, ayaklarına batan taşlara aldırmadan, senede bir defa kendisini görmeye gelen annesini, kısılmış sesine ve boğazını düğümleyen hıçkırıklara aldırmadan çağırarak…
Dedim ya, hayatım boyunca başka hiçbir çocuğun o hızda koştuğunu görmedim. Öz evladından o hızda uzaklaşan bir anneyi de…
Köyün çıkışındaki dik yokuşun sonuna kadar kovaladı Ahmet Ali. Ve merhamet edip, durmadı o araba. Çıplak ayaklarla, ağlayarak koşan 10 yaşında bir çocuğa karşı yarıştıkları parkurun, insan gücünün yetmediği dik yokuşunda yendiler Ahmet Ali’yi.
Ahmet Ali’yi, ağlamayı bırakıncaya dek yendiler. Ana kucağına hasret bıraktılar. Köydeki, anne babası İzmir’de, İstanbul’da tekstil atölyelerinde ve inşaatlarda çalışan çocuklardan sadece biriydi Ahmet Ali.
Anacığının diktiği ceketlerde sade el emeği ve hüner değil, yavrusunun çıplak ayaklarındaki çizikler, kısılan sesi de vardı.
Ne fedakarlık, ne de gaddarlık. Ahmet Ali ve annesinin arasındaki ilişkiyi, biricik canlarından neyin merhameti esirgediğini açıklayabilecek kelime Türkçe’de mevcut değil.
Ne de olsa, hafızamız, bir zamanlar yaşadıklarımızın izini sürmenin mümkün olduğu, her daim yeni kelimelere gebe, doğurgan bir bahçeyken, zamanın insanları birbirinden koparıp yalnızlaştırdığı bir çöle dönüştü.
İnsanı sabır karşılığında gündoğumuyla, zerdali çicekleriyle ödüllendirmesiyle bilinen, alimlerin şiirlerinde “ögretmen” olarak tasvir ettiği “zaman”, anlamsız bir sayısal kalabalığa dönüştü.
Süratle geçip giden zaman, insanları, insanların örf ve adetlerini, hikayelerini hiç acımadan ufaladı. Binyıllardır varolan coşkulu sükuneti, korkunç bir terkedilmişliğe ve ıssızlığa dönüştürdü. Zaman insanlığı öyle sert tartakladı ki, gözleri görmez, kulakları duymaz olan insanlık makinelere sığındı.
Arabalar çocukları yendi. Hatta çocuklar arabaların arkasından koşmayı tamamen bıraktı…