Azer Koçulu
December 27th, 2016

Nereye Gidiyoruz?

Oakland'dan ayrılmadan bir gün önce, Kamdesh adlı Afgan lokantasına giderken çektiğim bir fotoğraf.

Yıl 2011, Rota Amerika

2011 Kışı, işsizim, işten ayrılmadan önce çektiğim 25.000TL’lik kredi sayesinde biraz param var, bir yandan kapağı ABD’ye atmak için hazırlanırken bir yandan da kapşonlu Zapatista Army süveterimi her yere gururla giyiyorum.

Yaş 23, 2011 güzel, savaşsız bir yıl, kafamda dolaşan maceralı fikirler ipleri elimden kaçmış uçurtma gibi, gerçek hayata teğet bile geçmiyor. 19 yaşında başlayan İstanbul’da çalışma serüvenimin son dakikalarını fikir değil gol isteyen taraftar heyecanıyla bekliyorum; kafamda ise bir sürü soru, vize çıkmazsa ne yaparım? Bundan daha önce yazılım işini birkaç kez bırakmış, aylarca bilgisayara dokunmadığım olmuştu. ABD vizesi alamazsam, bu kez kesin olarak bırakıyorum ve uzun yol tır şoförlüğüne başlıyorum.

İstanbul’daki evimi boşaltmadan önce çekildiğim hatıra fotoğrafı.

2 Ay sonra vize randevum var, ev kirasını ABD’ye gitmek için çektiğim krediden ödüyorum, ve en önemlisi de San Francisco’ya gelip iş görüşmelerine girdiğimde elimde tek başıma yapıp bitirdiğim bir proje olması için, MultiplayerChess.com adresindeki uygulamayı kodluyorum gece gündüz demeden. Kardeşim bana yemek yaparak, evi toplayarak, en önemlisi de yoldaşlık ederek destek veriyor. Kardeş böyle güzel birşey işte. Yardıma ihtiyacın olduğunu 800 kilometreden hisseder, atlar ilk otobüsle gelir.

Bütün eş dost ABD konsolosluğundan aldığım vize randevusundan haberdar, içimde ÖSS’ye girecekmiş gibi bir his... Sonuç iyi olursa tünelin ucunda bir ışık görünecek, kötü olursa da, bir başka hezimet daha eklenecek kişisel tarihime.

Hayatımda ilk kez yurtdışına çıkıp ABD’ye gittim, hiç ingilizce kursu falan almadan direk iş görüşmelerine başladım. Gittiğim görüşmelerde yaptığım işleri gösteriyorum ve konuşmaktan ziyade bol bol karşımdakini dinliyorum, ingilizcemin kötü olduğunu, söylediklerinin yarısından çoğunu anlamadığımı çaktırmamam lazım. Adeta bir melek gibi iş bulmam için oradan oraya koşturan iki recruiter bana nihayet güzel bir çalışma vizesi sponsoru buluyor ve 2011’in ekim ayında, banka kredisi çektikten 9 ay sonra San Francisco’da bir şirkette işe başlıyorum.

Yıl 2016: Rakı & Counter Strike

2016 Kışı, Oakland’daki evimde bir yandan rakı içip diğer yandan Counter Strike oynayarak, tek başıma yeni yıla giriyorum. Son girdiğim iş güzel, green card başvurusu yolunda gidiyor, hesaplarda bir yanlışlık olmazsa ya da şirket batmazsa 1.5 yıl sonra Green Card alarak, geçici göçmenlik statüsünden kalıcı göçmenlik statüsüne yükseleceğim. Mecaz falan değil, tam anlamıyla özgürlüğü bekleyen köleyim. İyi para kazanmakla ve memlekette konuştuğum herkesin “sakın geri gelme” telkinleriyle kendimi avutuyorum. ABD’ye geldiğim günden beri işimle ilgili heyecan duymuyorum, haftaiçi 5’te işten çıktıktan sonra yaptığım işle ilgili tek kelime duymak istemiyorum. Halbuki ABD’ye gelmeden önce dünyanın en keyifli işini yaptığımı düşünüyordum. İnanır mısın, 5 yıldır işimle ilgili bir kitaba dahi elimi sürmedim. Türkiye’deyken hayranlık duyduğum Silikon Vadisi ve Bay Area, içindeki hırslı, kaba saba, en büyük hayali zengin olmak olan insanları görünce beni yaptığım işten epey soğutmuştu.

Geleceğimi kendi ellerimle teslim ettiğim ülkede ben olmasam başka birinin yapabileceği işleri yaparken geçirdiğim 5 yılda, anneannemin gül yüzündeki kırışıklıklar artmış, yürüyüşü yavaşlamış, dedemin yürümemekten ayakları su toplamış, elinden tutup yüzmeye götürdüğüm küçük kuzenim ergenlik çağında mutasyona uğrayarak 1.90 boyunda bir zürafaya dönüşmüş, ve ben bunların hiçbirine doğup büyüdüğüm coğrafyadan iki kıta uzakta olduğum için şahit olamamıştım. Tabii ki üzülüyordum ve hasret duyuyordum.

Bu arada annem “sebat et green card’ını al, sonra nereye gidersen git” öğüdünü tekrarlıyor üzerine basa basa, neredeyse her telefon konuşmamızda. Annemin öğütlerini asgari ücretle çalıştığım dönem “sebat et gelecek yıl zam yaparlar” dediğinden beri dinlemiyorum, gene de “tamam” deyip sabah akşam rakı içip Counter-Strike oynamaya devam ediyorum. Arada birkaç arkadaşla yemek düzenliyoruz, sabah 10’da içmeye başladığım için sarhoş katılıyorum. Durumum pek içaçıcı değil. Nihayet Nova Papua’dan geri geliyor, cebinde onlarca güzel fotoğraf. Onlarca gülen yüz, turkuaz deniz, denizden avladığını yiyen, kendi için çalışan, patronu olmayan, eşit ve mutlu insanlar.

Nova, West Oakland istasyonunun önünde tezgahtarlık yaparken

O ara eşim Nova, Mr. Kozmos’la tanışıyor. Afrika’nın Komoros adasından gelip Oakland’a yerleşmiş, 60 yaşlarında biri Mr Kozmos, sokakta kendi el yapımı takılarını satıyor. Nova ile birlikte çalışmaya başlıyorlar, her gün Oakland’ın farklı bir tren istasyonu çıkışında tezgah açıyorlar.

Birkaç hafta sonra, bir masa iki tabüre bulup Oakland’daki sebze pazarının çıkışında kendi tezgahımızı açmayı deniyoruz. Nova’nın dünyanın çeşitli yerlerinde çektiği fotoğraflarını iyi kalitede basıp, çerçeveleyip sokakta satıyoruz ve satışlar umduğumuzdan çok daha iyi gidiyor, kazandığımızı daha fazla baskıya, daha kaliteli malzemeye yatırıyoruz. Her türden insan gelip birşeyler alıyor ama nedense onca müşterimizden bir tanesi dahi beyaz amerikalı olmuyor; çoğunluk Siyahi ve diğer “people of colors”. Kısa sürede aynı sokakta satış yaptığımız diğer satıcılarla arkadaş oluyoruz, bazıları baharat satıyor, bazıları ise ressam… Onların tüyolarıyla başka pazarlara giriyoruz, Nova yavaş yavaş röportaj vermeye, Oakland ve San Francisco’da kendi sergisini açmaya başlıyor…

Oakland’da pazarda tezgah açmak paralı olduğu için, pazarın çıkışında bir sokakta açtığımız fotoğraf ve kartpostal tezgahı.

Birkaç aylık seyyar satıcılık hayatımın en değerli deneyimine dönüşüyor. Bazen güneşten yanıyorsun, bazen rüzgar çerçevelerini paramparça ediyor ama eksiksiz her gün özgürsün, zamanının tamamına sahipsin, her gün yaşadığın iyi veya kötü yeni deneyime göre bir sonraki gün çalışacağın yeri ve zamanı sen seçiyorsun, kimseden izin almak zorunda değilsin. Artan paranı bankaya değil kendi işine yatırıyorsun, ve yaptığın her yatırım banka hesaplarında kaybolmaktansa, inşa ettiğin özgürlüğe, mutluluğa eklenmiş bir tuğla oluyor. Bütün zamanımı kontrol eden bir patrona çalışmaktansa, kendi işimi yapma fikri kafama yatıyor. Ama ufak bir prüz var, ABD’de yasal olarak kendi işimi yapmam mümkün değil, çalışma vizesi elimi kolumu bağlamış durumda.

Green Card

Nova'yı alıp San Francisco’daki Palmyra adlı Suriye yemekleri yapan lokantaya götürüyorum, dürüm ayran sipariş ettikten sonra çantamdan defterimi çıkarıp, şu green card’ın avantajlarını ve dezevantajlarını bir yazalım hele diye giriyorum lafa. Bir tarafta para ve kariyer, diğer tarafta mutluluk ve özgürlük. Hangisini tercih edersin? Tabii ki özgürlüğü. Özgür bir insanın yılda elde ettiği 2–3 haftalık tatili bile kullanmayan işkoliklerin arasında, demokrasinin ifade özgürlüğü sanıldığı esasında totaliter, vahşi, kültürün para olduğu, insanların borçla ve korkuyla yönetildiği, mafyanın yatırımcı, bankacı olup dünyayı soyduğu ülkede ne işi olur?

Ertesi günü şirkete gidip ilk iş green card başvurumu iptal ettim, ve birkaç ay sonra istifa edeceğimi bildirdim. Arabamızı, eşyalarımızı, geriye iki tane sırt çantası kalıncaya dek herşeyi sattık ve ABD’den kalıcı olarak ayrıldık 2016’nın Temmuz ayında. Sonrası malum, verdik kendimizi yola.

Green card başvurusunu iptal ettikten birkaç ay sonra, Sahara Çölüne giderken tanıştığımız bir kamyoncu ile hurma marketinde.

Neresi olursa olsun, vakti geldi mi, bir dakika bile durma. Kendi kendinden sıkılmaya başladıysan, yola düşme vakti gelmiştir. Bir yurttan ötekine gider, belki orayı yurt bellersin, baktın olmuyor, döner gelirsin. Hem kendini, hem de yaşadığın alemi en iyi tanıyacağın yer yoldur, herşeyi yaşayarak öğretir. Yol hayat okulu gibidir. Hallac-ı Mansur misali, dünyanın en iyi üniversitesinden de mezun olsan, gidip bir de dünyanın kendisinden mezun olman gerekir ki öğrendiklerini güzelce demleyebilesin…

Yani bazen “terkediyorum” diye gidersin, esasında o başka bir şehre üniversiteye gitmek gibidir. Farklı bir dile, kültüre alışırsın, sahip olduğun kültürle harmanlar kendinin yeni bir versiyonunu çıkarırsın ortaya… Ve belki bir gün bambaşka bir insan olarak, yaşadığı coğrafyayı sevmeyi öğrenmiş biri olarak geri döner, aynı topraktan geldiğin insanlara çok daha fazla katkıda bulunursun…

Sana şimdi gitmeyi ölçüp tartıyorsun diye kızanlar, “siktir git” diyenler olacak.

Aldırma, aç bir dünya atlası önüne, kendine bir ülke beğen ve düş yollara. Fazla düşünmek iyi değildir. Paran yeterli değil mi? Google’ın “how to travel without money” sorusuna dahi oldukça iyi yanıtları var, bir tık ötende. Gittiğin ülkeyi mi beğenmedin? Atla başka birine. Bazı ülkeler vize ister ve insanı sen gidince tedirginlik yaşar, selam verirsin almazlar, boşver onları. Vizesiz olanlara, insanı sıcak olanlarına, selam verdiğinde gülümseyen insanların diyarına çevir rotanı.

Düş yollara, mutlu olana dek geri dönme. Belki en sonunda yolun kendisinde daha çok mutlu olursun, hiç durmadan devam edersin. Belki de en sonunda benim gibi ne aradığını unutur, başladığın yere geri dönersin. Biri “nereye gidiyorsun?” diye sorarsa, “bu yol nereye giderse” diye cevap verirsin.

Selam ve sevgilerimle,

Azer