Azer Koçulu
January 10th, 2022

Zaman ve Özgürlük

Hayatımın ortalarına yaklaşırken, bir önceki yıldan sonrakine devrettiğim yüklerin ağırlığını ölçüp tartmaya başladım.

Her insan gibi ben de, gururun, arzuların, gücün, hırsın bir ucundan tutmuş, kendime doğru çekmeye çalışarak geçirmiştim ömrümün bir bölümünü. En çok önem verdiğim değerlerin, esasında kendi yarattığım bir kurmacanın dayanaklarından başka bir şey olmadıklarını kavramak, aşağı yukarı 5 yıl sürdü.

İnsanoğlu gözle görülen, elle tutulabilen "düşmanları" bir bir avlayıp gezegene hakim olduktan sonra, önüne bu kez gözle görülmeyen "düşmanlar" çıktı.

Self-deception, kendi kendini aldatmak gibi. Çevre müsade ettiği sürece, bir insan ömrünü kendini hiç tanımadan, kendi kendine kurduğu bir kurmacanın içinde yaşayıp ölebilir. Daha yaygın olanıysa, insanların ömürlerinin tamamını başkalarının düzenlediği bir kurmacada, sanal bir yörüngede, başkalarının belirlediği çizgilerde gitgeller ile geçirmeleri.

Kölelik, özgürlükten daha yaygındır, çünkü daha rahattır. İnsanın kendi cehaleti ve kötülük yapma potansiyeliyle yüzleşmesi, geleceğin karmaşıklığı ve belirsizliği, yaşadığın coğrafyadaki kültürün baskısı, deprem, göktaşı, sel felaketleriyle gezegeni kozmosun en başlangıcına döndürebilen tabiat ana, herkesin yalan söylediği ve açık açık zulmettiği bir konuda çıkıp doğru söylediğinde en yakınındaki insanların sırtını çevireceği gerçeği...

Tüm bunlarla özgür ve kendi kendine yeten bir insan olarak başa çıkmaktansa, bilakis insanlar özgürlüklerini alan, onları yönlendiren tiranları isterler. En azılı tiranlardan kurtulan toplumlar bile geçmişi nostaljiyle, kurtuldukları tiranlarını özlemle anarlar. Patronlar, moda akımları, krallar, bürokratlar ve ünlüler, insanları özgür bir yaşamın ağırlığından, her an kaosa sürüklenme anksiyetesinden kurtarıp, dopamin güvercini olarak yaşamanın reddedilemez cazibesiyle güderler insanları.

İnsan kim olduğu hakkında, nasıl derinlikli düşünebilir?

Her derinlik serüveninin ilk adımında olduğu gibi, insanın kendi kendini tanımasının ilk adımı, sessizliğe sığınmaktır. İnsanlığın sürekli değişim halinde olan yüzeysel koşullarını bir kenara bırakıp, hiçbir zaman değişmeyen, geometrik koşullarını ele almak gereklidir.

Ve bu geometrik koşulların gövdesi, bilgi ve güç hiyerarşileridir. Sadece güç hiyerarşisi inşa eden toplumlara örnek Cengiz Kağan'ın ordusunu, sadece bilgi hiyerarşisi inşa eden toplumlara da, Cengiz Kağan'ın ordusu tarafından yerlebir edilip bir daha eski haline gelemeyecek olan Bağdat'ı örnek verebiliriz. İdeal olan her iki hiyerarşinin de en dürüst ve yozlaşmamış halleriyle mevcut olmasıdır toplumda; böylece toplum refah seviyesini, bireysel sorumluluklarını bir tirana devretmeden yükseltebilir.

Gelgelelim, bir insanın her iki hiyerarşide de yükselmesi (bkz: philosopher king), güneş tutulması kadar nadirdir. Gücü elde edenler zamanla tiranlaşmaya, tiranlaşanların etrafındaki insanlar ise kendi doğalarını tanımadan yaşamaya meylederler. Bilgi hiyerarşisi giderek gerçekliğin değil, kurgunun ve yalanın hiyerarşisine döner. Özgürlüğün yükünü taşınmaz bulan insanlar, daha rahat ve öngörülebilir bir yaşamı, daraltılmış, budanmış bir insan kılıfına girme pahasına daha cazip bulurlar.

Marcus Aurelius gibi filozof krallardan Nero gibi hedonist despotlara uzanan döngünün ardındaki kalıcı güç, zaman.

Sığındığımız sessizlik ve yalnızlık, zaman ile buluşmamızı, onu incelememizi sağlar. Zaman nefese bürünür, ciğerlerimizde gidip gelir. Gözlerimizi kapatırız. Zaman bize, dış dünyanın gürültü ve karmaşasından, fiziki bedenimizin ihtiyaçları, istekleri ve acılarından kendimizi ayırmamızı, esasında kim olduğumuzu görmemiz için imkan verir.

Özgürlüğün, zamanın fiziki bir parçası olduğunu fark ederiz eriştiğimiz derinlikte. Ömer Hayyam'ın tasvir ettiği öğretmen olur zaman, bize kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı anlatır. Öğrettikleri kar topu gibi büyüyüp birikime dönüşürken, iç dünyamızdaki ruhumuz ile, dış dünyanın gürültü patırtısında bize dayatılan kimliğimiz arasındaki fark yüzümüze çarpar.

Refah içinde yaşıyor olsak dahi özgür olmadığımızı; kendimizi özel ve ayrı hissettiren statü sembollerini, kölelik örf ve adetlerinden ve kim olduğumuzu örtbas etme tekniklerinden aldığımız gerçeği, yüzümüze çarpar.

Hepimiz doğarken özgür veya köle olarak doğarız. Her iki koşulda da, yaşam bir maceraya davettir. Girdiğimiz mücadelelerde kaybettiklerimizi ve kazandıklarımızı, çocuklarımıza miras bırakırız. Kimimiz özgürlük için mücadele ederken, kimimiz özgürlüğünü kaybetmekte, bir sonraki nesle köleliği miras bırakmaktadır.

Kim olduğumuzu anlamak için, neyin gerçek ve kalıcı olduğuna bakmamız gerekir.

Zaman, gerçek ve kalıcıdır.

İnsanlığın nesiller arasındaki bıraktığı birikim, gerçek ve kalıcıdır.

Özgürlüğün yeryüzündeki en büyük değer olduğu, gerçek ve kalıcıdır.

Özgür olmak için hem güç, hem bilgi hiyerarşisinde, kılıçla ve kalemle mücadele etmemiz gerekliliği, gerçek ve kalıcıdır.

Yaşamın bir maceraya davet olduğu, gerçek ve kalıcıdır.

Eninde sonunda, macerayla veya maceradan kaçarak, çıplak birer beden olarak toprağın altına gömüleceğimiz, gerçek ve kalıcıdır.